Diger Faruk Dalgic Yazilari
Karababa
M. Faruk DALGIÇ
Kilis’te çocukluğumuzda yaşadığımızı güzelliklerden birisi de Karababa’ya gitmekti. Karababa, İçeribahçe’deki bir incir ağacının adıydı. Ama nasıl incir ağacı olduğunu bilenler biliyor da, ya bilmeyenler?
Ağacın bedeni yoldan yüksekçe bir yerde, etrafı geniş, üç-dört insanın ancak sarılabileceği kalınlıkta, kolları, dalları, yapraklarıyla güneşi engelleyen, altında serin bir havanın rehaveti içinde oturulabilen bir yerdi. Biz çocukken Kilis halkı buraya çok giderdi. Bu ağaç ziyaret sayılırdı. Acaba orada bir yatır mı vardı; yoksa bir ulu varlığın yattığı yer miydi? Biz bilemezdik. Kilis halkınca kutsal sayıldığı için kebabı yapılacak en güzel yerdi sanırım.
Birkaç kez, babamın kiraladığı at arabasıyla, bizim akrabalar, komşular, tanıdıklar oraya gittiğimizi anımsıyorum. Buraya davet sahibi, birkaç koyun ciğeri getirir,  yemek zamanı mangallar yakılır, kebaplar pişer, kokusu bütün İçeribahçe’yi doldururdu. Sanırım adaklar adanırdı. Demek ki halk, bu incir ağacını kutsal kabul etmişti. Ne olursa olsun, insanlar burayı benimsediler mi, iş bitmiştir. Karababa meşhurdu. Her pazar günü dolardı. Erken giden yerini kapardı. Şimdi de gidiliyor mu, gidilmiyor mu? Bilemiyorum.
İçeribahçe’de bahçe işleten bir akrabamız vardı. Biz çocuklar, babamızla beraber, böyle günlerde maydanoz, soğan, sarımsak gibi sebzeleri, o gün için almaya giderdik. Bahçe sahibi Maho Amca idi. Öyle söylenirdi. Eşi Ballı Teyze, babamın uzaktan akrabası olmalıydı. Bizi sevinerek karşılar, ne gerekiyorsa, Maho Amca hemen bir zembil doldurur, babamın eline tutuştururdu. Biz çocuklar, bahçe ortasından akan, sanırım Akpınar’dan, Zoppun’dan gelen suyun etrafında, ağaçların gölgelediği bu su kenarında olmaktan mutlu olurduk. Bir defasında siyah bir yılan kovaladık. Suyun içinde kıvrıla kıvrıla bir deliği kaçtı. Bize zararsız demişlerdi. O günden beri, siyah yılanın zehirsiz olduğunu öğrenmişimdir.
Biz babamla yine Karababa’ya yani incir ağacının olduğu yere döner, yapılan maydanoz, soğan karışımındaki yeşilliği açık ekmeğe doldurarak, ciğer kebabını dürüm ederdik. Acaba Kilis’in o günlerini yeniden yaşayan, o tadı yeniden bulmak mümkün mü?
 ***

Belarus (Beyaz Rusya) gezisi
 
Faruk DALGIÇ
 
2 Haziran günü, Özdilek firmasının davetlisi olarak Umre ziyaretine gitmiştik. Döndükten sonra, başka bir gezi programıyla yine karşılaştım. İstanbul Piknik Çeyiz’in davetlisi olarak Belarus gezisine gider miyiz, diye bir çağrı aldım. Bu geziye davet edilmemin sebebi, geçen yılı biz Kıbrıs Kaya Artemis Oteli’ne götüren, Days in Colors ürünlerinin İzmir-Şirinyer satıcısı olmamızdı.
Başşehri Minsk olan bu ülkeyi tanımak üzere internetten şöyle bir bakalım dedi. Baktım güzel bir yer. Kaçırılır mı? Çocuklara bana takılıyorlar: “Baba, Evliya Çelebi oldun” diye.
THY’nin İzmir-İstanbul-Minsk bağlantılı biletleri, birkaç gün içinde başladı. Uçak korkusunu yendim artık. Havada uçmak ne güzel oluyor. Ben bu yolculuklarda, önce THY’yi tercih ederim. Çünkü bavulumu İzmir’de teslim ediyorum, gideceğim yerde alıyorum. Emerates, Lutfansa, Malezya havayollarıyla da dış seyahatler yaptım. Yurtiçinde, Onur, Atlasjet, İz Air, Sun-Express havayollarıyla da birçok seyahatler yaptım.
Çocukluğumdaki hayallerim gerçek oldu. Bir zamanlar Kilis’ten Gaziantep’e gidebilmenin zorluğunu yaşardım. Gökyüzünde uçarken bunları düşündüğüm zamanlar çok olmuştur. Çantamda her yolculukta bulundurduğum defterime bunları yazarken, daha bir hoş oluyorum. Yükseklerde sanki Tanrı’ya daha yakın bir güç beliriyor içinizde. Bazen dualar okuyarak, sanki kendimi sağlama alıyorum. Bulutların üstünde bir mavera ötesindeymişsiniz gibi düşlerinizin esiri oluyorsunuz. Arada-sırada uçağın penceresinden aşağılara bakıyorum. Geçtiğimiz ülkelerin doğa güzellikleri usumdan kaybolmuyor. Oldum olası doğa tutkunuyum. Yeşillik benim ruhumda var. Kanatlarım olsa da, kuş örneği bu yeşilliklerin içine süzülesim geliyor.
Bu dalgınlığım bir ‘gong’ sesiyle uyandırıyor beni, “İniş için alçalmaya başlıyoruz” anons sesiyle kendime geliyorum. Minsk şehrine gelmişiz. Yarabbi ne güzel bir doğa güzelliği! En sevdiğim dünya şehirleri, Budapeşte ve Prag’dan sonra, üçüncü bir şehir eklendi hafızama. Bu yolculuklarda beklentilerim, özlemlerim oluyor. Bunları sizlerle paylaşmak istiyorum.
Minsk Havaalanına indik. Uçak doluydu. İzmir’den verdiğim valizimi, burada almak ne güzel. İstanbul’da İzmir uçağından indim, yine THY’nin Minsk bağlantılı uçağına elim-kolum boş bindim. İçimdeki korku ve ürkekliğe karşın, bavulumu bu şehirde aldım. THY’nin bu hizmetini kutluyorum.
Pasaport yoklamasından sonra, araçlara doluşarak Minsk’in en güzel ve en eski otellerinden 22 katlı Belarus Hotel’e ulaşıyoruz. Odalarımızda iki ayrı yatak olmasına karşın, her odayı bir kişiye veriyorlar. Bu uygulamayı geçmiş yıllarda Ukrayna’da Yalta Oteli’nde de yaşamıştık.
Belarus, Rusya Federasyonu’ndan 1991 yılında ayrılıyor. Kendi bağımsızlığını kuruyor. Türkiye ilk defa bu ülkeyi tanıdığı için, Apo’yu bu ülke koymuyor. Ulaştığım kaynaklara göre diğer Rusya ülkelerine benzemiyor. Gelişmiş, liberal sisteme geçiş aşamasında. Yaşantıları bunu gösteriyor. Belki de ilerde Avrupa Birliği’ne girebilir, deniliyor. Ülke altyapı insanlarının kültürlü okumaya önem verdiğini, yaptıkları görkemli kütüphane binasından anlıyoruz. 19 üniversiteye sahipmiş, okuma oranı yüzde doksan dokuz. İnsanları gün geçtikçe zenginleşme aşamasında.
Yollarda giderken, gezerken çevreye bakıyorum. Ağaç cenneti. Boş yer yok, her yer bakımlı, çimenlerle dolu. Şehrin ortasından akan Sviçloç Nehri’nin suları. Doğal gölleri ve kanalları dolduruyor. Bu suların kenarları çimlerle kaplı. Aileler, gün boyu burularda boş zamanlarını değerlendiriyorlar. Kanallarda, göllerde kayıklarla gezen insanlar görüyorum. Bol bol fotoğraf çektiriyorum.
Şehrin içinde yollar, gidiş-gelişli. Otoban gibi sanki. Yer altı metrosu, yer üstü taşıma vasıtaları temiz. Karşıdan karşıya üstten geçemezsiniz. Şehrin içinde her köşe başında ve otobanlarda alt geçit yapmışlar. Trafik akışı İspanya’nın Barcelona şehri gibi. Birbirlerine yakın alt geçitler, dört taraftan çıkışlı. Bir arkadaş, alt geçit olduğu halde üstten karşıya geçmek isteyince, polis onu yakalıyor, kırk beş dakika karakolda sorgulaması sürüyor. Böyle insanlara deli, manyak gözüyle bakılıyormuş. İnsana çok değer verdikleri belli.
 
Sağlık sorunu bizdeki gibi. Bölgesel hastaneler yirmi dört saat hizmet veriyor. Şimdi bizde de düzeliyor düşüncesindeyim. Çünkü buraya gelmeden İzmir’e yakın bir köyde akşam üzeri gözleme yerken, eşimin kolunu bir böcek ısırmıştı. Akşam baktım şişmiş, genişliyor. Kendi istememesine karşın, evimize en yakın Buca SSK (Seyfi Demirsoy) Hastanesine acile götürdüm. Doktorlar gece yarısı olmasına karşın koşuşturdular. Tetkikler yapıldı. İğne vuruldu. Reçetemiz yazılarak uğurlandık. Hoşuma gitti. Bu hizmetlerine daha da yaygın hale getirileceğinden kuşkum yoktur.
Bu ülkede 10 milyon insan yaşıyor. Minsk şehrinde iki milyon insan var. Harita konumu Polonya’nın doğusunda. Doğal kaynakları, ormanlar, kömür, az miktarda petrol ve doğalgaz. Para birimi Ruble. Bir dolar karşılığı 2.153 Ruble. Bizim bir YTL. karşı 2.000 Ruble. Biz sıfırları atınca rahatladık. Bunların parası bol sıfırlı. Ülkeyi turizme yönlendiriyorlar.
Minsk şehrine on altı yıl önce yerleşen Karadenizli Mehmet Güleç Bey’le burada otelde tanıştık. Tekstil, çiçek ticareti yapıyor. Gerekirse bizim gibi Türkiye’den gelen turistlere rehberlik hizmeti sunuyor. Babaannesi Rus olduğundan Rusçayı çocukluğunda öğrenmiş. Türkiye’ye buradan isteğe göre; ucuz olarak makine tezgâhı, cam, kereste gibi ticari eşyalar yollayabiliyorlar. Hatta Gaziantep’te bir firmaya makine tezgâhları yolladığını söylüyor. Telefonumu yaz diyor. (Mehmet Güleç: +375 291 28 27 30)
Bu ülke, kendi insanlarının mutluluğu üzerine kurulmuş. Kültürünü, uygarlığını korumaya devam ediyor. Çok güvenli. Gecenin yarısı sokaklarda yalnız başına dolaşabiliyorsunuz. Hiçbir gasp, hırsızlık, soygun olaylarına rastlanmazmış. Ülkede resmi polisten fazla, sivil polis olduğunu buruda yaşayan her insan bilirmiş. 15 günlük turist vizesiyle gidilebiliyor. Benim yeşil pasaportum olduğu için, vizeye gerek görülmedi. Yabancı dil bilenler, daha rahat dolaşabiliyor. Biz çat-pat İngilizceyle, bazen de kuş diliyle anlaşmaya çalıştık. Rehberimizin peşinden ayrılmadık. THY, her perşembe ve pazartesi bu ülkeye uçuyor. Balevi Hava Yolları uçağı salı-cuma günleri.
Burada gece hayatı ilginç. Tüm disko, kumarhaneler, lokantalar, gece kulüpleri dolu oluyormuş. Demek yarın korkusu yok. Günlük yaşantıya önem veriyorlar. Bizi geldiğimiz ilk gece sağ olsun Piknik Çeyiz yetkilileri, Juravinka Restaurant’ta ağırladı. Buranın da işletmecisinin bir Türk olduğunu rehberimiz söyledi. Ama kim olduğunu bilmiyor. Sahnede piyanoda genç bir sanatçı; şarkı söyleyen bir bayan. İngilizce, Rusça söylüyorlar. Sanırım bütün ülkelerin müziklerinden, şarkılarından alıntılar yapıyorlar. Çünkü bir şarkının sonunu “Selamünaleyküm” diye bitirdiler. Kendilerini alkışladık. Yemek aralarında çalınan disko müziğine herkes uyarak bütün bayanlar sahneye fırlıyorlar. Yerlerinde duramıyorlar. Sahnede belki elli bayan, ancak iki genç erkek var. Bizimkiler durur mu? Grubumuzda 24 arkadaşla buraya geldik. Bendene başka çoğu arkadaş sahnede. Genç bayanlarla arkadaşlıklar kuruluyor.
Yemekten sonra Rus kızlarının şovları başlıyor. Başlarında tüyler, sanki periler gibi sahnede gösterilerini sergiliyorlar. Değişik değişik yöresel ve dünya ülkelerinden alınmış şov gösteriler, bizlerin beğenisine sunuluyor. Çin, Japon, Uzakdoğu dans modellerini burada görüyoruz. Gece yarısı gösteriler bitince ben otelime dönüyorum. Diğer arkadaşlar ancak sabaha yakın dönüyorlar.
Ben sabahleyin kahvaltıya iniyorum. Sporumu ve yürüyüşümü yapıyorum. Bizimkiler hâlâ uykuda. Yürüyüş yaparken Sviçloç Nehri’nin kenarında, benim gibi spor yapanlara rastlıyorum. Onlarla yan yana yürüyoruz. Döndüğümde bakıyorum, daha arkadaşlardan haber yok. Ancak öğleye doğru, özellikle Mc Donald’a yemeğe gitmek üzere toplanıyoruz. Buralarda yabancı dil bilmemek kadar kötü olan hiçbir şey yok. Bu eksikliği her zaman hissediyorum. Antakya’da mağazası olan Hasan Elçiler ve Kartal’da mağazası olan Kenan Yürek Bey’lerle arkadaşlıklar kuruyorum.
Davetlilerden diğer arkadaşlara da kendimi kısa sürede benimsettim. Tur sahibi Tarık Anarat Bey, beni yakın buldu. Olgun davranışlarıyla, her gece bulunduğumuz mekânlarda yan yana oturduk. Arkadaşların hepsi bana hürmette kusur etmediler. Kendilerine teşekkür ediyorum.
Cuma günü sabahleyin, panoramik şehir turuna çıkıyoruz. Yeni bir bayan rehber geldi. Tercümanlık okuyan bir Rus kızı. Türkçeyi konuşurken, anlatırken, kibarlığına hayran oluyoruz. Elena, zayıf uzun boylu, güzel bir kız. Burada bütün bayanlar güzel. Beyaz Rusya boşuna denilmemiş. Beyaz bedenleriyle, yakışan giyinişleriyle gençleri etkiliyor.
“Gözyaşı Adası”na geliyoruz. Otobüsten indik. Bahçeler, parlar, kanallar arasındaki küçük bir tepe üzerine anıtsal bir yapı kurulmuş. İçine giriyorum. Afgan-Rus savaşından resimler, heykelcikler, yazılar asılmış. Bu savaşa Beyaz Rusya’dan giden 2500 askerin çoğu dönmüyor. Bu vesileyle bu adaya “gözyaşı” adını sembol olarak vermişler. Yine aynı adada “ağlayan melek” isimli bir çıplak erkek çocuk heykeli görüyoruz. Erkek çocuk isteyenler buraya gelir, dilekte bululurlarmış.
 
Otobüsümüze biniyor, Bağımsızlık Meydanı’na geliyoruz. St. Sim ve Helena Kilisesi, II. Dünya Savaşında ölen kahramanlar adına dikilen 38 metre yüksekliğindeki dikilitaşı görüyoruz. Bu belgede çok değer verdikleri kutsal Trinity Katedrali’ne bizleri girdiriyorlar. Üzerinde saat kulesi bulunan “Nemiga” denilen bir bölgeye geliyoruz. İkinci Dünya Savaşı, bu şehre çok acı çektirmiş. Bu binalar, bu kiliseler oldukça hasar görmüş. Çok yer imha edilmiş savaştan sonra; şehri başka bir bölgede kurma planları yapılmış. Fakat halk kopmamış buradan. Yeniden inşa ve yapılanma beş yıl sürmüş, ancak eski haline getirilebilmiş. Burada halkın % 80’i Hıristiyan, diğer % 20’si değişik mezhep ve dinlerden. Müslüman ancak bin kişi kadar.
Bugün cuma. Cami aradık, bulamadık. Öğle sonu boş zamanlarımızda “GUM” isimli alışveriş merkezinde gezindik. Marketleri, şekerci dükkânlarını dolaştık. Hediyelik eşya aradık. Ancak meşhur olan çikolata ve çeşit çeşit şeker aldım. Başka hediyelik eşya yok zaten. Varsa Çin malları, burayı da istila etmiş. Torunlara götürecek bir şey bulamadım.
Cumartesi günü, öğle sonu ekstra, II. Dünya Savaşı’ndana kalma, yüksek bir tepe üzerinde konuşlandırılmış olan, savunma hattına geliyoruz. Almanlar Polonya sınırından içeri buradan giriyorlar. Şimdi silah müzesi olan Alman-Stalin hattı denilen bu yeri geziyoruz. O günkü haliyle kazılmış olan hendekler, kapalı mevzilerde o günkü haliyle görmeye gelenleri ürkütüyor. Dünya savaşlarının acı yönünü burada titreyerek görüyoruz. Bizim de Çanakkale savaşlarındaki çektiğimiz acılar, hafızalarımızda beliriyor. Üstte, tanklar, otomatik silahlar, uçaklar, helikopterler, o günkü savaşlarda kullandıkları haliyle sergileniyor. Napolyon Moskova seferinde buradan geçmiş, O da bu şehre acılar bırakmış. Ama hep hüsranla geri dönmüşler. Çünkü “Haksız yayılmacılığın sonu budur” diyor rehberimiz Ertan Bey. Bu müzeyi gezmemiz II. Dünya Savaşları hakkında bize daha iyi fikir verdi. “Allah böyle savaşları, dünya uluslarına bir daha yaşatmasın” dileklerimizle buradan ayrılıyoruz.
Bugün pazar. Sabah kahvaltısını otelimizin 22. katındaki yemek salonunda yaptık. Ben İzmir’den getirdiğim, her sabah olduğu gibi peynir, açık lavaş ekmek ve zeytin gibi nevaleleri çıkardım. Birkaç yeni uyanmış arkadaşla buluşarak güzel bir kahvaltı yaptık. Kahvaltı salonunda her şey var. Zeytin ve bizim peynirlerden yok. Salatalık, domates, yumurta, süt ve birçok yiyecekler koymuşlar. Çoğu domuzdan elde ediliyor, düşüncesiyle biz alıştığımız yiyeceklerle geçiştiriyoruz. Ben her yurtdışı gezilirimde, Türkiye’den suyumu, Antep peynirimi, zeytinimi bavuluma koyarım. Nasıl olsa boş gidiyor. Kahvaltıdan sonra odalarımıza dönüyoruz, öğleye kadar dinlenmek üzere.
“Bütün Dünya” dergisini iyi ki getirmişim. Tamamını okuma fırsatım oluyor. Tarık Bey’in telefonuyla giyinerek otelin lobisine iniyorum. Dört arkadaş bir taksiye doluşarak, şehrin en güzel, en kalabalık yerinde iniyoruz. Bugün öğle yemeğimiz pizza oldu. Bir İtalyan pizzacı bulduk, Kaldırımlar geniş olduğundan kapalı çadırlar kurmuşlar. Serin olur, diye çadırlardan birine girdik. Masamıza isteklerimiz geliyor. Kızlar servis yapıyor. Siparişimizi verirken “No port” diyoruz. Yani domuz eti sakın olmasın. Garson kız anlıyor. Bizim söylediklerimizi tekrarlıyor. Pizzayı çok güzel yapmışlar. Yanında ben Sprite gazoz içiyorum. Pizzanın üzerine birkaç dal maydanoz ve rokaya benzer yapraklı tere koymuşlar. Yemeğimizi yerken bir-iki saat burada sohbete daldık. Sonra biraz alışveriş yapalım, diye marketlerde ve caddelerde dolaştık. Otelimize dönerken fuar alanı olan Ekspo’yu gezdik. Fuar alanındaki reyonlar Çin mallarından geçilmiyor. Türkiye’de de olmasına karşın, torunlar için bazı hediyelik eşyalardan aldım. Burada pazarlık yok. Her şey tek fiyat. Markette poşet bile parayla satılıyor. Şehir ve çevresinde hiçbir baca göremiyoruz. Fabrika yok ki, baca olsun. Demek ki sanayi şehrinin dışında çok uzakta. Temiz hava, önem verdikleri konu. Nisan ayında her yolda egzoz muayenesi yapıyorlarmış. Az da olsa, hata bulunursa araç trafikten men ediliyormuş. Ekili arazilerde hiçbir yapı göremiyoruz. Kilometrelerce uzayan tarım arazileri yemyeşil. Köylerde, toplu yerleşim yerlerinde tipik bir yapı tarzıyla karşılaşıyoruz. Elektrik, su, kanalizasyon, ısınma ünitelerini sağlam yapmışlar. Evlilikler herhalde çok oluyor ki, iki adımda süslü gelin arabaları görüyoruz. Örneğin bizim kaldığımız Belarus Otel’de her akşam düğün vardı. Eğlenceye çok düşkün bir millet. Buraya yerleşen Mehmet Bey, “Türkiye’den buraya gelip imalat yapanlar, çok kazanır” diyor. zaten Türklerin olmadığı bir yer var mı?
Akşam son gecemiz olduğu için bizleri, TPAKTNPb” yazılan “Traktır” okunan bir Türk lokantasına götürdüler. Burada şarkı, türkü dinleyemedik. Bir bayan, yöresel kıyafetle gösteri yaptı. Mercimek çorba, salata, ana yemek tavuk olmak üzere, dondurma ikram edildi. Sahnede biz çaldık, biz oynadık. Buradan erken çıktık. Pazartesi dönüş yolculuğumuz başlayacak. Türkiye’mi özlemişim. Sağ salim ülkemle kavuşabilme umuduyla, hepinize sevgiler yolluyorum...

***

LESCON’un sahipleri... “İki öğrencim”
                                                                                         
 
İzmir’deki mağazalarımızda bazı firmaların mallarını satarız. 
Bunlardan biri de, Türkiye’de adı çok bilinen “ LESCON,, firmasıdır.
 İzmir sorumlusu Murat Bey’le, bir gün mağazamızda iş gereği sohbet ederken, çalıştığı bu firmanın sahiplerinin Kilisli olduğunu söyleyince, merak ettim, kimler olduğunu araştırdım, bir türlü çıkaramadım.
 Bir gün İstanbul’a geldiğimde tanışma fırsatı bulurum, diye onlara selam gönderdim.
 Gerçekten geçen yıl, kızım Aytül Hanım’la İstanbul’a gittiğimizde ilk durağımız, Merter’deki işyerlerine uğramak oldu.
 Bulundukları İş hanının en üst katında üç bin metre karelik geniş kapalı alanda, kapıdan girince, sağ tarafta uzun bir masa etrafında toplantıda olan Beyefendiler gördüm. 
Çalışan elemanlar bize doğru koşuşturdular. 
Önce kendimizi tanıttık. Ben “ Şaban Erdoğan Bey’le görüşmek istiyorum” deyince, toplantı masasının başında oturan bir Beyefendi, şöyle bana bir baktı, hemen ayağa kalkarak yanıma doğru yaklaştı. 
“Siz benim öğretmenim Faruk Bey’siniz” diyerek ceketinin önünü ilikledi ve ellerimden öpmek üzere sarıldı. Aradan tam 38 yıl geçmiş. “Ben Nizipliyim Hocam. Ortaokulda Türkçe dersimize girmiştiniz” dedi.
 Ayrıca biraz bakıştıktan sonra, “ şöyle size bir sarılabilir miyim? ,, deyince, ikimiz de duygulandık. 
Tek vücut olmuş gibi, öğretmen - öğrenci ilişkisinin yıllar sonra, en görsel güzelliğini yaşadık. 
Ben düşündükçe hayal-meyal o öğrencilik yıllarını anımsamaya çalıştım. 
Masadaki işadamlarına dönerek; “Bakar mısınız, kırk yıl önceki öğretmenimle karşılaşıyorum,,   dedi.
 Onlar bize bakarken; “ Hocam, beş dakika sizden müsaade istiyorum, toplantıyı bitirip, geleceğim ,, deyince, donmuş kalmış olan kızıma seslenerek, ilerdeki boş masaya doğru yöneldik. 
Gerçekten Şaban Bey, biraz sonra toplantıyı bitirip, yanımıza geldi. Bir eski nostalji başladı aramızda.
 O yıllardaki Nizip Ali Alkan Ortaokulu’nu, Nizip Lisesi’ni anımsamaya çalıştık. O yıllardaki öğretmenler-öğrenciler gözlerimizin önünden bir film şeridi gibi geldi, geçti. Nizip’te benim de beş yıl oturduğum, kendisinin de doğduğu, büyüdüğü Şıhlar Mahallesi’ni bana anlattı. 
Ben 1966-1971 yılları arasında Nizip’te görev yaptım. 
O yıllarda okuttuğum, şimdi karşılaştığım, görebildiğim çok öğrencim var. İzmir’de 25 Aralık Gaziantep’in kurtuluş Gecesi’nde buluştuğumuzda karşılaşıyoruz. Hepsi büyümüş, evlenmiş, çoğu emekli olmuş, çoğu da şimdi iş adamı. İşte bu öğrencilerimden Şaban Erdoğan ve Aydın Erbay bunlardan ikisi. 
Aydın Erbay Beyefendi’nin dersine girmemişim, ama aynı okulda, aynı yıllarda okuduğu için ben O’nu, öğrencim olarak düşünüyorum.
Ben sordukça Şaban Erdoğan yaşam öyküsünü şöyle anlattı. “Ankara’da yüksek okulda okurken, kaldığımız apartmanın yanındaki binada yedi öğrencinin boğularak öldürülme olayı, bütün Türkiye’de duyulunca, babam kalkmış Nizip’ten Ankara’ya geldi.
 “Senin de akıbetin böyle mi olsun?” diyerek, beni zorla Nizip’e götürdü. Böylece yüksek tahsilim son bulmuş oldu. 12 Eylül 1980’ den sonra askerliğimi bitirip, Nizip’e dönünce, bir boşluk oluştu bende. 
Köy hayatına, kendi malımız da olsa tarım ve ziraat işlerine alışamadım. Kafamda büyük bir şehirde ticari bir meslek fikrini, hep hayal olarak düşünürdüm.
 Nizip’te en sevdiğim, hemen hemen her gün beraber gezdiğim, şimdiki iş ortağım Aydın Erbay Bey’le, bir akşam fikirlerimizi birbirimize anlatınca, beraberce bavulumuzu toplayıp, İstanbul’a geldik.
 Önce bay ve bayan giysileri yapımını tasarlayarak işe koyulduk. Fason mal üretimiyle bu piyasada kendimize yer edindik. O zamanlar arabamız yok, fabrikamız yok. Üretilen malları iki büyük çantayla, her biri bir omzumda Anadolu’ya götürüyorum. Terler sırtımdan akıyor. Pazarlama yapıyor, siparişler alıyorum. 
Bu günlere işte böyle geldik, Hocam.
 “O da bana sordu. 
Hem öğretmenliği, hem de ticaret hayatını nasıl beraber götürdüğümü, bu günlere nasıl gelindiğini yaşayan bilmez, düşüncesiyle, masada sohbetimiz sürdü, gitti.
Nihayet kendimize geldik.
 Kızım Aytül, alacaklarımızı seçmek üzere, Show-room’a yöneldi. O gün bize gösterilen sevgi ve hürmeti sizlere anlatmadan edemedim. 
Döndükten sonra aradan bir geçti. 
Bu yıl yine Lescon’un yeni yerini ziyaret ettik. 
İstanbul İkitelli’de Ardiyeciler Sanayi Sitesi’nde büyük fabrikaya geçmişler. İşlerini buradan yönetiyorlar. Yanlarında beş yüz kişinin çalıştığını duyunca onurlanıyorum.
 Büyük spor kulüplerinin sponsorluğunu üstlenmişler. Büyük spor kulüplerinin oyuncularının formalarında “Lescon” yazısını görüyoruz. 
Bu öykü, bu başarı ilerlemenin, çağı yakalamanın gerçeğidir. Kış-yaz giyim, spor ayakkabı, şapka, çanta, kemer, cüzdan üretiyorlar. 
Bazı ürünler Çin’deki fabrikada yapılıyor. Biz de bu ürünleri bayii olarak mağazalarımızda satıyoruz. Türkiye ekonomisine yön veren, katkıda bulunan bu öğrencilerimi kutluyor, başarılarının daim olmasını diliyorum.
 
Sitemize Hosgeldiniz..
 








Türk ve Dünya Tarihinde Yaşanan Olaylar
 

DUYURU PANOSU

---Hosgeldiniz---

Kilis Kent Gazetesi , Herkese Hayirli Bayramlar Diler...
---47 YILDIR Kilis"in ,Kilisli"nin Sesiyiz---

Sitene Ekle

 
TV'de Bugün
 
 
Bugün 4 ziyaretçi (5 klik) kişi burdaydı!
Gazetelinki.com Araba Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol